13 Aralık 2012 Perşembe

Dahilik ve Delilik Sınırlarında: Sanatçı

Dahilik ile delilik arasında ince bir çizgi. Doğasını ve sınırlarını önceleri çok da sorgulamadım. Sonra Salvador Dali ile tanıştım, Paul Cezanne'la, Pablo Picasso'yla, Rembrant'la, Vincent Van Gogh'la, Klimt'le, Michaelangelo'yla, Goya'yla, Edvard Munch'le, Frida Kahlo'yla, Henri Matisse'le... Dehanın ve deliliğin varlığının kanıtı sanatları ve sanatlarına kaynak olan hayatları. İçinde ağır kayıplar, takıntılar, kıskançlık krizleri, sosyal bozukluk, depresyon, uyuşturucu yani aklınıza insanı en dibe götürecek ne gelirse olan hayatlar. Üstüne üstlük bazıları birkaçını birden yaşayan insanlar. Peki bu yanlarının etkisi henüz mevcutken nasıl oldu da yüzyıllarca yaşayacak eserler verdiler? Sanatlarının dehaları ve delilikleri arasındaki rolü nedir? Cevapları az da olsa sezinlemek için eserlerinin önünde birkaç dakika öylece durmak gerekiyor. O da yetmiyor hayatlarının bilgisine erişmek gerekiyor.

Bir sanatçının delilik derecesi, dehasının onu ne kadar ileri götüreceğiyle ve bu noktanın toplumca belirlenen normallik/kabul edilebilirlik çemberini ne kadar aştığıyla alakalı. Yani bahsedilen o ince çizgi aslında bir çember, toplum tarafından çiziliyor ve sanat ya da üreticilik açısından orta nokta sıfır noktası. Sanatçı normallik üst sınırını aştığında hala toplum tarafından taktir edilebilecek derecede anlaşılabilir. Bu nedenle de kabul edilebilirliği ve sıradışılığı ya da yaratıcılığıyla dahi sayılıyor. Peki normal bir insan beyninin, ürünlerini anlamlandırabileceği üst deha sınırını dahi geçenler. İşte bu noktada sanatçı için deliliğin telafuzunun duyulmaya başlaması şaşırtıcı olmayacaktır. İnsan anlayamadığını ve ya açıklayamadığını inkar etmede hatta ondan korkmakta ısrarcıdır. Bu yüzden aslında dahilik ve delilik arasına koyduğu ince çizgi de sanatçının kendini dışa vurumuna getirdiği sınırdır. Anlayacağınız deli ya da dahi olduğunun ayrımını yapan, çizginin  ötesine geçen sanat ya da sanatçının kendisi değildir. Toplumdur. Toplumun kabul edebildiği düzeylerdir. 


Üstteki esere bir göz gezdirin. Ne anlattığını tahmin edebilecek misiniz?  Yazının devamını okumadan biraz fikir yürütün lütfen. Hakkında hiçbir bilgiye sahip olmadan göz atınca anlamlandırması oldukça zor, evet.  Yardımcı olayım efenim, Niño geopolítico observando el nacimiento del hombre nuevo yani Dali'nin Yeni İnsanın Doğuşunu İzleyen Jeopolitik Çocuk tablosu. Tabloda yumurta şekli verilmiş bir Dünya görülür. Merkezde ise Kuzey Amerika üzerinden vücut veren bir adam resmedilir. Anlatılmak istenen ise II. Dünya Savaşı sonrası, aslen USA 'in kuruluşu ve yeni süper güç haline gelişidir. Adamın elinin altında adeta ezdiği Avrupa ve olduğundan büyük çizilmiş 3.  dünya ülkeleri de değişen güç dengesini simgeler. Dali tabloyu Amerika Birleşik Devletleri'nde kaldığı süreçte çizmiştir. Ressamın içinde bulunduğu şartları bilmek dahi tablosunu anlamaya yardımcı oluyor. İlk göz attığınızla şimdiki düşünceleriniz sanıyorum aynı değildir. Aynıysa dostum siz bir dahisiniz. Sanatı ve sanatçıyı sınıflara sokmadan üstümüze düşen biraz emek verip üzerinde düşünmek. Biraz okumak, araştırmak. Özellikle Dali gibi ressamların resimleri bulmaca gibi gelir hep bana, cevaba bakmadan biraz fikir yürütürüm. Bazen şaşırtıcı şekilde açıklaması beklenenden çok basittir, bazen de tam tersi. Eğlencesi işte tam da budur. 




Eğer yazının bu cümlesine kadar gelebildiyseniz, tebrikler ikinci aşamaya geçtiniz. Ödülünüz ise: Dali'nin, Alfred Hitchcock'un Spellbound (1945) filminin rüya sahneleri için set tasarımı yaptığını öğrenmek. Bu rüya sahnelerinin ise filmin temelini oluşturduğunu söyleyelim. Efenim toplumun sınırlamalarına göğüs geren sanatçıların arasında dayanışmanın olduğu nadir anlardan biri. Hichcock'un dehasının Dali'nin dehasından ilham aldığı filmi izlemeye çalışınız rica ederim. Sonucu çok merak ediyorum (Gülüyor). Tümünü izleyecek vakti olmayanlar için ilgili kısımların bir bölümü aşağıdadır. Görüyorsunuz sizi baya baya düşünüyorum.



Son beş yılda Louvre'den Prado'ya, Reina Sofia'dan, Londra National Gallery'ye, TATE'e, MNAC'a en nefes kesici müzeleri gezme şansına eriştim. Trekking rotaları gibi müze turları düzenleyip insanları peşimden sürükledim. Her gittiğim yerde müze müze gezmiş olmam ilgim kadar anlama ihtiyacımdan kaynaklanmıştır. Diyar diyar sanat peşinde koşmak istemeyene ya da imkanı olmayana da saygım sonsuz. Lakin sanatı daha yakınlarda arayanlar bilmeliler ki bu müzelerde tanışma şansına eriştiğim bazı sanatçılarla Sakıp Sabancı Müzesi'nde tekrar karşılaştım. Picasso, Rodin, Dali, Rembrandt ve Joseph Beuys. Üstelik sergiler boyunca karşılaştığım en garip şey de değildi Beuys'un sucuklu performansı. Diyelim görümceniz evleniyordu ya da projeniz vardı yetişecek, öncekilere gidemediniz vs. fakat İstanbul'da olanların Monet sergisine gitmemek için bahanelerini kabul etmiyorum. Sergi Ekim'de geldi 6 Ocak'a kadar burada. Hani Dali sergisi kadar coşkulu, Rodin gibi etkileyici ya da Beuys kadar interaktif değil.  Gidip göreceğiniz eserlerin çoğunun da Monet'in Giverny’deki bahçesinden esinlenerek yaptıkları olduğunu söylemeliyim. Yani aşağıdaki türde eserler. Yine de gelmiş geçmiş en bilinir ressamlardan birinin sergisini niceliksel değil niteliksel değerlendirmeli. Özetle gidip görmeli.



Sayısız sergi, müze, hayat hikayesi sonunda anladığım iki temel şey var. Söz konusu sanat olunca:
  • Delilik dehaya ulaşma içgüdüsüdür.
  • Deha deliliği kontrol edebilme kabiliyetidir. 
İnternet fenomeni bir vatandaşımızın dediği gibi benim anlamam bu kadar.

Efenim bitirmeden, solda facebook adresi mevcuttur blogun, beğenirseniz sevirinim. Tabii yazıyla ilgili tepkinizi de aşağıdakilerden birini işaretleyip verirseniz beni baya motive etmiş olursunuz.

Yine beklerim... 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder